26 Aralık 2010 Pazar

Terapiye Özlem

      Geçen gece çok hoş bir rüya gördüm. Şimdi aklıma geldi de, kayda değer olduğunu düşündüğümden, anlatmak istiyorum....
      Rüyamda bir sürü karışıklıklar vardı ama yine de ilgi odağı bendim ve bu bana haz veriyordu. Sonrasında ise,  bir yerden dönüyordum aklım çok karışıktı. Büyük bir binanın içinde buluverdim kendimi. Özel bir hastahaneye benziyordu; ancak her katta psikiyatri bölümü vardı. Tek tek katları dolaştım, şöyle bir bakıp çıkmaktı niyetim. Daha da açığı, ne vaktime ne de cebimdeki paraya güvenemiyordum. İlk önce üç tane psikiyatrist gördüm, odadan çıkıyorlardı. İkisi bayan, biri erkekti. Baktım yüzlerine, sürekli bir tebessüm vardı ifadelerinde. Aslında hoşuma gitmişti fakat fazlasıyla iyiydiler. Başlarında, anneannemin bağladığı tarzda bağlanmış birer eşarp vardı. Eşarplar beni şaşırttı açıkçası ve bir takım yanlış dürtülerim hakkında onlarla konuşurken kendimi çok da rahat hissedemeyeceğimi düşündüm. Halbuki dine son derece önem veren ve saygı duyan bir insanımdır da ama nedense, beni yeterince anlayamayacakları hissine kapıldım. Ve sürekli olarak gülüşen, fazlasıyla Pollayannacı duruşları bu fikrimi destekliyordu kendi içimde.
      Tam uzaklaşacakken, görevli bana bir şey sordu, anlamamazlıktan gelip geçiştirmeye çalıştım onu. Amaçsızca geziniyordum binanın içerisinde, gittikçe de artıyordu huzursuzluğum. Sonra bir anda nasıl olduysa, tam yanından geçtiğim kapıdan benim eski doktorum belirdi. Şaşkınlığıma engel olmaya çalışıyordum. Üzerinden seneler geçtiği için, 'belki tanıyamamışımdır, yanılıyorumdur' diye düşünüyordum ki aniden bir grup terapisinin orta yerinde buldum kendimi. Grup terapisi miydi yoksa seminer tarzı bir toplantı mı bilemiyorum tam olarak. İnsanlar koridorun orta yerine sandalyelerini çekmiş oturuyorlardı. Benden de oturmam istendi, karşı koyamadım. Doktorum adeta parlarcasına sevecen bir ifadeyle bir şeyler anlatıp duruyordu bizlere. Sanki o bir öğretmen ve biz de küçük birer ana okul öğrencisi gibiydik. Gözlerimi ondan bir türlü alamıyordum, fiziksel olarak son derece değişmiş ve sanki gençleşmişti de. 'Parlamak' tan başka bir sözcükle ifade edemiyorum tüm bunları.
      Bulunduğum yerde bir fazlalıkmışçasına rahatsızlık duymaya başladım bir müddet sonra. Ancak doktorum ismimi söylüyordu sık sık konuşurken. Ve beni unutmamış olması, sanki bir mucize gibiydi. Orada bulunmaktan gerçekten mutluydum. Orada tam anlamıyla huzurluydum. Hatta bir ara yanımda oturan erkekten rahatsız olmama ve korkmama rağmen doktorumun varlığı bana güven veriyordu.
      Ertesi sabah uyandığımda, moralim ne kadar bozuk da olsa bu rüya beni güçlendirdi. Şimdi bile düşündükçe, o kıpırtıyı hissedebiliyorum. Biliyorum, doktoruma geri dönebileceğim gün gelecek. Belki biraz zaman alacak ama zaten senelerdir uygun zaman için bekliyorum. Ve bir şeyi çok istersem onun er geç olacağını da çok iyi biliyorum. Artık rüyalarıma bile girdiğine göre, sanırım çok da uzak olmasa gerek o tarih.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Gelecek Planı...

      Bu lanet hastalıktan ve bu lanet olasıca her şeyden nefret ediyorum. Elim, kolum, bacağım, ayağım, beynim her yerim ama her yerim bağlanmış gibi. Büyük bir kütle var beni tutan. Ve hep aynı şeyi söylüyor: Sadece olduğun yerde dur, asla kıpırdama. İyi de nasıl. Kaybettikçe kaybediyorum sahip olduklarımı, daha ne kadar durabilirim olduğum yerde. Sanki adım atsam değişecek bütün hayatım. Ama o adımı atsam da geri dönerim hemen ya da öylece dururum yolun ortasında yine. Biliyorum ki ben bunu.
      Ve şimdi narsist sevgilim, birlikte olabilmemiz için bana şartlar sunuyor. Seneye onun yanına gitmeliymişim, ikinci üniversitemi de orada okumalıymışım. Sanki çok kolaymış gibi ha deyince üniversite. Geçmiş karşıma mantıklı bir biçimde izah edip duruyor bunu. Tamam haklısın da be adam sordun mu hiç bana istiyor muyum tekrar okumak. Düşünmek yok, benim işim değilmiş o. Kendisi benim yerime de düşünürmüş zaten. Tek istediği de benim kendi ayaklarımın üstünde durmammış. Şu kahrolası fedakarlıklar, neden hep her şeyi ben yapmak zorundayım ki. Benim küçük Narcissus' um yavaş yavaş büyüyor olmalı ki, beni de anladığını söyleyip durdu. Anlaşılmak ? Sanki bir rüya gibi. Yine de daha az kavga çıksın diye uğraşıyor olmalı, beni anladığını söyleyerek. Olsun, bu da bir adım onun için öyle değil mi.
      Peki ya ben ne istiyorum. Tamam onun yaşadığı şehirde yaşamayı kabul ettim. Bu ise fedakarlıktan da öte deli cesareti olmalı. Peki ya geleceğimle ilgili asıl istediğim ne. Bir bilebilsem bunu gerçek anlamıyla. Belki de o zaman öğrenebileceğim çaba harcamayı. Oysa ben sadece olduğum yerde duruyorum, her zamanki büyük itaatkarlığımla. Ne okulumdan mezun olabildim, ne bir işim var ne de bir hayatım. Yapmak istediğim tam olarak ne bilemiyorum. Tek değişmeyen gelecek planımsa, pipomu içebileceğim rahat bir ortamımın olması. Yoruldum artık kendi içimdeki kayboluşlardan. Sanırım bu yüzden emir vermeye aşık bir adamla birlikte oluşum. Belki de ailemin yerine koyabileceğim birini aradığımdan ona sahip oldum.
      Oysa ki o, bilmiyorum şüphedeyim artık ve çok da fazla sanmıyorum beni gerçekten sevdiğini. Sanırım artık kabullenmem gerekiyor bunu.Sevginin, ne kadar mükemmel olursa olsun, karşındakinden vazgeçmeye engel olamayacağını öğrenmem gerekiyor. Çünkü o daha bir hafta önce, uzaktan yürütemediğimizi, ayrılmayı düşündüğünü tek kurtuluşumuzunsa benim oraya gitmem olduğunu söylemişti. Ne kadar acı verici beni terk etmeyeceğine güvenebileceğim bir erkeğimin bile olmayışı. Ve yine ne acı, tüm bunlardan bahsediyor olmam...
  

19 Aralık 2010 Pazar

Hiçlik

      Bugün çok ilginç bir şey oldu. Hani balığım öldü demiştim ya, ölmemiş meğer. Akvaryum filtresinin altına sıkıştırmış kendini. Sanırım çok üşüyor ya da hastalandı. Ama birkaç güne kalmadan ısıtıcı alacağım. Umarım o zamana kadar yaşar; çünkü şimdi tam karşımda çırpınıp duruyor suyun içinde. Ve ben onu kaybetmeyi gerçekten hiç ama hiç istemiyorum.
      Fark ettim de çok da fena bir hayatım yok saki benim. Sevgilim var mesela, beni gerçekten sevdiğini biliyorum. Çok sık çalkantılı dönemler geçirsek de, çok aşırı bir öfkesi olsa da yine de var işte hayatımda ve ben onu seviyorum. Ciddi bir ilişkimin olması beni mutlu ediyor. Ve tahmin ettiğiniz gibi bugün çok güzel bir şekilde konuştuk. İçimde pek bir kıskançlık falan da kalmadı açıkçası.
      Her şeye rağmen yine de büyük bir sıkıntı var üzerimde. Çok yakın bir arkadaşımla konuştum şu lanet hastalık hakkında. Ne kadar yemin de etse biliyorum ki o da inanmıyor bana. Zaten inanan tek bir insan bile yok ki. Herkes gerçekten saçmaladığımı düşünüyor. Ya da geçmişte yaptığım bazı hataların sorumlu olarak bunu uydurduğumu. Gerçi ben hata da demek istemiyorum onlara. İnsan sonunu bile bile, bütün sorumluluğu üstlenerek yaptığı şeylerden nasıl olur da hata diyerek bahsedebilir ki. Ya da ben hata yapmayı seviyorum. Neyse bunun da bir önemi yok. Demek istediğim gerçekten kimse bana inanmıyor. Ama gelecekle ilgili tek planım, üç sene önce gittiğim doktoruma tekrar devam edebilmek.
      Ve bu saçma bloğu okuyan tek bir insan bile yok. Kendimi dağ başına fırlatılmış gibi hissediyorum.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Sıkıntı hep Sıkıntı

      Sıkıntıdan boğulmak üzereyim artık. Ne yaparsam yapayım atamadım şu günlerde bu ruh halini üzerimden. Sanki bir şey var oturmuş üstüme nefes alamıyorum. En kötüsü de ne hissettiğimi bilememek. Yazıyım diyorum ama hisler olmayınca yazmak da pek mümkün olmuyor. Akşamdan beri yiyip içtiklerimin haddi hesabı yok. Sadece anlık bir rahatlama yaratıyor mideme tıkıştırdıklarım o kadar. Ötesi yok benim için. 
      Akvaryumda kalan son balığım da öldü. Artık, istikrarla yapabildiğim tek eylem olan, yatağa girmeden önce akvaryuma bir tutam yem atma olayını da gerçekleştiremeyeceğim. Bu durumda kendime olan güvenim iyice sarsılacak gibi gözüküyor. Ama artık eskisi kadar acıtmıyor canımı, bir şeylerin beni terk edip durmaları. Halbuki o balık bir seneden fazla zamandır duruyordu. Ölen bir sürü balığıma karşın bana en sadık kalan oydu. Oysa şimdi onu da kaybettim. Kaybeden benim aslında. Daha özenli davranabilirdim, daha fazla uğraşabilirdim akvaryumun temizliği ve ısısı adına. Yine de canımı sıkıyor onun cansız bedenini görmek...
      Bahsetmeyi unuttum, dün sevgilim girdi internete, tam da telaştan oradan oraya gezinip durmaktan vazgeçip biraz olsun sakinleştiğim bir anda. Hemen yumuşadım soğuk konuştum biraz. Sorunu devam ettirip ettirmeyeceğimi sordu. Sanki yaratan benmişim gibi. Oralı olmadım. Bütün gün çalışmış çok yorgunmuş. Bugün ise doğru düzgün konuşamadık. İki gündür onunla da aramızda bir soğukluk var. Benim içimde bir isteksizlik var sanırım şu sıralar. Ama biliyorum, her şey gibi şu ruh halim de geçip gidecek çok yakında.
      Daha fazla yazmak istemiyorum bu gece. Aslında istiyorum ama içimden gelmiyor. Sebepsiz bir mutsuzluk var içimde. Kendimi çok ama çok yorgun hissediyorum. Zaten yazdıklarımı kendimden başka okuyan da yok. Herneyse, iyi geceler yine de hepinize, bütün hayali okurlarıma...

16 Aralık 2010 Perşembe

Kayıp Aranıyor

      İnternet sitesinde arkadaşlarımın fotoğraflarına baktım az önce. Hepsinin de sevgilisiyle çekilmiş resimleri vardı. Sanki herkes mutlu da bir ben mutsuzum gibi hissettim. Mutsuz olmak için geçerli sebeplerim neler onu da bilemiyorum tam olarak. Kulaklıklarım, sevgilimin en sevdiği şarkıyı çalıyor. Sanırım biraz olsun yumuşamamın sebebi de bu.
      Oysa şu an nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyorum. Ayrıca daha dün gece kavga ettik. Pek de kavga denemez aslında, kısacası bana biraz alındı, fazlaca bağırdı ve ben de bunun üstüne hiç konuşmadım. Öyle işte. Dünden beri de haber yok. Ve yine nefret ettiğim o kızı eklemiş internetten. Engellemiştim halbuki ben engeli kaldırınca kız tekrar eklemiş, benimki de kabul etmiş hemen. Kavga da ettik ya zaten, iyice kıskandırmak hoşuna gidecek beni. Hiç vakit kaybetmeden sildim tabi ben de tekrar.
      Biliyorum anlattıklarım son derece çocukça geliyor şu an size. Hatta muhtemelen birçoğunuz sayfayı kapattı bile. Ama bizim ilişkimiz de böyle işte. Kıskançlıklarla dolu, şüpheyle dolu. Bu yüzden yer yok ilişkimizde herhangi bir karşı cins arkadaşa. Sadece ben değil o da katlanamıyor bu duruma. Biz de içimizdeki şüphenin var olmasındansa uzaklaş(tır)mayı seçiyoruz genel anlamda.
     Bir haber alabilsem içimdeki, sıkıntı ferahlayacak biraz. Aksi gibi ne arıyor ne internete giriyor. İnternette girmediğine göre demek ki dışarıda. Ve ben nerede olduğunu bilemiyorum. Üstelik birbirimize on saat kadar uzaktayız. Aylardır görüşmediğimizi de hesaba katacak olursak, ölümcül bir hata yapma ihtimali oldukça yüksek yani. Gerçi içimde bir taraflar beni aldatmayacağını söylüyor ama yine de bir kızla görüşmesi, aynı ortamda bulunması bile yeterli bir sebep benim için. 
     Borderline olunca insan, aldatılmak ve terk edilmek adına mümkün olabilecek her ihtimali göz önünde bulundurma ihtiyacı hissediyor. Her an tetikte olmanız gerekiyor ne olur ne olmaz diye. Biliyorum, aldatmayı kafasına koyan insan, her şekilde bunu gerçekleştirir ama yine de, önlem alma gereksiniminden alıkoyamıyorum kendimi. Gerçi şu an alabileceğim herhangi bir önlem de yok ya her neyse. Ben biraz daha beklemeliyim sanırım....
      

Ben ve Yanılgım

      Belki daha kolay bir hayatım olabilirdi. Belki ben de sizler gibi yaşayıp sizler gibi hissedebilirdim. Belki o zaman boğulmazdım düşüncelerimin arasında. Ve hep olmakla hiç olmak arasında gidip gelmezdim her fırsatta. Belki ben bir borderline olmasaydım, çok daha mutlu bir insan olabilirdim. Çok daha başarılı olabilirdim. Daha az korkardım o zaman terkedilmekten. Daha az savaşmak zorunda olurdum dürtülerimle. Ve daha az hissederdim, daha az değişirdim.
      Şimdi ise hayatım karşımda koskocaman duruyor. İçine girmek için onlarca kapım var. Bir sürü şey olabilirim: İyi bir anne, iyi bir memur, iyi bir yazar, iyi bir gazeteci, iyi bir ev hanımı, iyi bir oyuncu,iyi bir öğretmen,... İyi bir her şey olabilirim, kapılardan birini seçtiğim vakit. Hepsi için son derece yoğun bir istek varken içimde, tek bir tanesini seçmek zorunda olmak beni bunaltıyor. Sonra bakıyorum kapılara birer birer, karar veremiyorum bir türlü. Ardından bir bir küçülüyor tüm kapılar gözümde. Sanki birinden içeri girmeye kalkışsam kolum, bacağım bir taraflarım dışarıda kalacakmış gibi. Sanki o kapıda öylece sıkışıp hapsolacakmışım gibi hissediyorum. Halbuki bir girebilsem içeri, hiç değilse hayatıma sahip olmuş olacağım. Fakat yapamıyorum. Çok mu korkağım, çok mu acınası, hatta çok mu ahmak.
      Her şey olmak isterken, hiçbir şey ol(a)mayan kendime bakıyorum. Bir de her şey olduğunu sanan fakat hiçbir şey olamamanın acısını yaşayan sevgilime. Onun durumu benden daha farklı evet, çünkü az önce de dediğim gibi o her şey olduğunu, hep en mükemmel olduğunu düşünüyor. Bunun aksi bir durumu kabul etmiyor zihni. Ona göre en mükemmel hep o ve hep onun sahip oldukları. Narsizm iliklerine kadar işlemişken, hastalığın pençesinde mutsuzluktan kıvranıp dururken, halen daha iddia edebiliyor diğer tüm insanlardan daha  üstün olduğunu. Şu vaziyetinde bile küçümseyebiliyor sizleri, beni ve sahip olamadığı her şeyi.
      Oysa ben, güçlü olduğunu sanmıştım en başta. İlişkimin başında  ona duyduğum yakınlığın bir sebebi de buydu. Bana benzeyen, fakat benden çok daha üstün ve beni kurtuluşuma taşıyacak bir adam olduğunu zannetmişim. Ne yazık, yanılmışım. Meğer tek amacım zor olanı seçmekmiş. Zorla uğraşırken, kendimi çözebileceğimi sanmışım. Şimdi ise elimde tek kalan, içimdeki koskoca sabır taşı. Bir de yüklü miktarda sevgi.
      Onu çözdükçe basitleşiyor sanki her şey. Yitiriyorum tüm o büyüyü. Artık biliyorum gerçekte kim olduğunu. Bana söylediği bütün yalanların gerçek açıklamalarını. Artık en yalın haliyle duruyor karşımda. Fakat hala saklandığını sanıyor. Farkındalığımı belli etmiyorum, öfkelendiği çoğu kez söyleyecek onlarca sözüm olduğu halde susuyorum. Kendi üstünlüğünü kanıtlamak için yaptığı konuşmalarda (kendisiyle ilgili abartılarında) gülmemek için tutsam da bazen kendimi, karşımda öylece duran küçük oğlan çocuğunu seyrediyorum. Sanki ona duyduğum şefkat, kendime duyduğum şefkat gibi, sanki gösterdiğim tüm anlayış ve hatta sabır aslında kendime duyduğum sabır gibi. Onu sevdikçe kendimi sevmeyi öğreniyorum belki de. Tüm nefretime rağmen ona katlandığım anlarda kendime katlanmayı öğreniyorum.
      Ancak şimdi zor olan, tek kişilik ağırlığımın iki kişilik bir yüke dönüşmesi. Ve ben bunu yine tek başıma taşımak zorundayım....

Hoşgeldiniz

      Öncelikle merhaba demek istiyorum hepinize. Bu bloğu yazıp yazmamak konusunda çok düşünüm. Endişelerim, son derece kişisel ve bir o kadar da belirsiz olmasından kaynaklanıyordu. Ama artık bir yerlerden başlamam gerektiğine inanıyorum. Tüm blog yazarları gibi benim de anlatacaklarım var elbette. Hem de hiç azımsanamayacak düzeyde. Belki de yazmazsam daha fazla tahammül edemeyeceğim kendimi içine soktuğum bu büyük aşka.
      Evet aşk hakkında anlatacaklarım. Belki çok basit belki de son derece karmaşık gelecek sizlere zaman zaman. Oysa ki ben ve yıllardır süren ilişkim, ikimiz de öylesine karmaşığız ki. Bir de sevgilim elbette... Bizler normal olmaktan uzak kişiliklerde insanlarız. Dürüst olmak gerekirse, ayrı ayrı ele alındığında ikimizin de kişiliği son derece hastalıklı. Kabul etmesi zor da olsa  psikiyatri bu yönde konuşuyor ne yazık ki.
      Ben sizlere borsist bir aşkı anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce. "Borsizm" diye adlandırarak haddime düşmeyerek yeni bir terim uydurmuş bulundum sanırım. Ancak asıl kastettiğim, birbirine çok benzeyen fakat bir araya geldiğinde zıtlıkları arasında tahammül sınırını zorlayan iki hastalık: borderline ve narsizm. Ve biz bu iki kişilik, tek bir noktada birleştik. Belki de hayatımızdaki tek gerçek ya da en büyük yalan: aşk bizi var eden.
      Lafı daha fazla uzatmadan cümlelerime son vermek istiyorum. Umarım bu noktadan sonda da ilginizi çekmeyi başarabilirim. Sevgilerle...